Gazeteci kızım Özlem Şeyma Yîlmaz ile birlikte hazırlayıp, TEMPO TV’de canlı olarak sunduğumuz ‘Gazetecilerle Gündem’ adlı programın hazırlanması, bölgenin ilk e-gazetesinin ulusallık manşetlerinin 7 sütuna çekilmesi, yerel gazetemize haber ve yorumları yazma telaşı, yeni dergi hazırlığı, youTube kanalımız YouTube ArdahanTV’ye görüntülü haberlerin yüklenmesi, Amerika dahil dünyanın her tarafından aranıp, ‘haber yap’ denilmesi, gelen mesajlara cevap verilmesi, paylaşımlar ve mega gecekondu İstanbul trafiği..
Yetmedi Ardahan, Kocaeli, Bursa, Adapazarı, Trakya’daki görüşmeler..
Ve bu yoğunluk içinde ülke, dünya gündeminden kopmamaya, her an güncellenen suni gündemi takip edip, yorumlama ve haberleştirme telaşıyla biten bir hafta daha..
Hem de iç dünyamda kaynayanları anlatan cumartesi yazılarını duygularını bastırıp, erteleme stresi..
Tam bunlar bitti derken gazetemizin grafiği yetmez haber ve baskısıyla, dağıtımıyla ilgilenen Baran’ın, ‘Abi baskıya gireceğiz. Matbaa çok soğumadan yazını atarmısın..’ deyişi..
Evet, bir günümün kısa bir hikayesi ve geride kalanlar, çekip, gidenler gibi hergün biraz daha beni yoran geride kalan bir haftanın özeti bu derken gelen bir mesaj beni kendime getirip, yorgunluğumu alıyor adeta..
Çünkü whatsapp’tan gelen mesaja baktığımda, ‘Al yorgun gazeteci günün yorumuna benim de katkım olsun’ diyor gibiydi..
Kamu görevlisi olduğundan ‘adımı verme ama al bu yazıyı kendi köşende kendi imzanla yayınla abi..’ diyen dostumun imdadıma yetişen yazısını okuduğumda beni ne kadar yakından takip edip, adeta benim anlatacaklarımı, 35 yıldır anlattıklarımın özetlendiğini görünce gülümsüyor ve adını sakladığım ama yazısını alıp, kendisine teşekkür ediyorum.
Ve alın size sadece ben değil, aslında her Ardahalının Ardahan’ı, kobuğ yemiş Ardahanlıları bu kadar güzel anlatan bir yazıyı yazacağının kanıtı olan o yazı;
“Aras’ı ayırdılar
Kum ile doldurdular;
Ben senden ayrılmazdım
Zor ile ayırdılar..
Ardahan’dayım.
Size iyilik olsun diye bu sefer uçakla değil, otobüsle gideyim İstanbul’a. Hem
yazımızda uzun olur. Zaten yollar kar kış kıyamet. Gözlerimi biraz kapatayım… Uykum geliyor.
Arda Türklerinin olduğu çadır kurduğu, Oğuz boylarından gelen Ahıska Türkleri, Avşar
aşiretleri, olağanüstü milyonlarca kıl çadırlar. Koçerler. Redkan aşiretleri..
Terekemeler, Kürtler,
Gürcü, Çerkez, Tat ve Poşalar…
Bu devasa nüfusu Defter-i Mufassal-i Vilayet-i Gürcistan, Osmanlı
Devleti tarafından 1595 yılında, hazine gelirlerini tespit etmek amacıyla, Gürcistan’dan ele geçirilmiş
toprakların tahririyle oluşturulmuş mufassal defterinden anlıyoruz. Neyi?
Aradahan’ın demografik
yapısını.
Bu gün geldiğimiz noktada ise her yıl en az 2 bini aşkın kişinin göç ettiği bugünkü 98.000 nüfuslu sürekli göç veren ve eriyen sosyolojiyi
demografiyi gördükçe içim kan ağlıyor.
O kadar sıkıldım o kadar sıkıldım ki.
Yani son ticaret odası
seçiminden tutun baro seçimlerine, 3 başkanı birbirini jurnallayan esobb’u, cep, tabela dernekleri ve onların üst kurumu diye kendilerini yatıran federasyonlarının KAI’nin gölgesinden kurtulamayışlarını tutun, kaz gecelerine, buradaki herşeyi bizim ünlü, ünsüz gazeteciler gibi al, kes kopyala
yapıştırla gidişatları..
Herkes kendine göre adam, vatan kurtarıcısı ama kimse kimseyi sevmiyor.. Bir araya gelmiyor..
Memlekette
ise çeper dibindeki dedikodu almış başını gitmiş, altyapı sorunları bitmemiş. Tapu yok, imar yok, iskan yok, istihdam
yok, işsizlik çok..
Ve biraz daha kenar mahallelere kaydığınızda karton ile pencere kapatmışlar, üzerine koli bandı, pesari yani hayvan boku kerme
yakıyorlar, ısınmak için…
Gelin de halimizi görün. Sahte bal, sahte para, sahte insan, çantacı, sahte vekil, hatta başkan, başkanlar..
Yani her ne ararsan var. Ve bendeki bu dilekler ve istekler oldukça Ardahan’da ise bu kadar vurdumduymazlık had
seviyede iken hiçbir şeyi değiştiremeyiz duygusunun gün geçtikçe kabul görürür gibi olması..
Ha bu arada üç gümrüğüne, tren yoluna dışı kalaylı, içi vayvaylı teneke antrepolu, kanopiyi durağı hala
kurmamışlar…
Neyse gelin size çok eski zamandan bir hikaye anlatayım. Herkes çaylarını alsın. Sobanın arkasına
geçsin. Ve beni dinlesin..
Bir gün heybetli şanı büyük, büyük şilfeler asılı atkısı, başında kalpağı, çok
eski zamanlardan çıkmış gelmiş, pos bıyıklı babayiğit, üzerindeki paltosunda bir karış kar olan şanı büyük Yusuf Ağa hastalanmış. Yatağa düşmüş.
Ama o hasta haliyle bile yatağından kalkıp bahçeye gider, bahçenin sonunda dikenlerin kenarına yemek bırakırmış, yılan gelir, yemeği alır, yemek karşılığında kendisine bir altın
verirmiş.
Yusuf ağa da her gün bir altını alırmış.
Fakat gel zaman git zaman Yusuf ağa çok
hastalanmış, yataktan çıkamaz olmuş ve oğluna demiş ki; ‘Oğlum her akşam anandan bir kap yemek al, bahçeye götür, dikenin kenarına koy, yılan gelecek, sakın korkmayasın, yılan yemeği aldığında ise oda sana bir altın verecek, yemeğini
alacak, yılana da zarar vermeyesin sakın. Tamam mı?
-Oğul: Eri. Tamam -Baba.
“Paniği geçtin mi, Bayramoğlu!
Bayramoğlu; Bayramoğlu!
Bayramoğlundan öte köy var mı? “
“-Gelimli dünya gidimli dünya. Sen selam söyle yeter ki! köy çok, köy çok!..”
Karac’oğlan yavuz ata binerdi, üstümüzde avcı kuşlar dönerdi
Ha deyince, beş yüz atlı sünerdi, akça ceranları kovanlar hani? “
Geçmiş zaman. Bir gün, o iki gün, üç gün..
Oğul her gün bir kap yemek götürür bahçeye karşılığında bir altın alır.
Ve bir gün oğlu demiş ki, ‘böyle olmaz, ben şu hançeri alayım, yılana niye her gün yemek
vereyim? Yuvasını bulurum, yılanı öldürürüm, bütün altınları alırım.’ diye..
Düşünmüş. Kalkmış bir kap yemek ve hançeri almış.
Annesi yapma oğul demişsede ne fayda..
Yinede son umut diyerek oğlunu kolundan tutmuş.
Guruooo neke, etme, eleme desede nafile.. Oğul anasına kızarak; Ana berde… bırak…
Ve bahçeye gitmiş.yemeği bırakmış, yılan gelmiş bir altın bırakmış, ikiside her zamanki gibi değiş tokuş yapmışlar. Ama bu kez Yılan yuvasına dönerken Oğul hançeri çıkarıp, yılana vurmaya çalışırken, yılan farketmiş son anda canını kurtarsada oğul yılanın kuyruğunu kesmiş.. Yılan da acı içinde dönüp oğulu
Sokmuş ve oğul ölmüş…
Gel zaman git zaman Yusuf ağa fakirleşmiş, durumu çok fukara, perperişan olmuş, binlerce inekten bir tek inek kalmış.
İyileşmiş,kalkmış, tekrar bir kap yemek almış, bahçeye gitmiş, dikenin kenarına yemek bırakmış, yılan gelmiş.
Demiş ki; ‘Gardaş gel eskisi gibi olalım. Ben sana hergün bir kap
yemek vereyim, sen de hergün bana bir altın veresin olur mu?’ demiş..
Yılan: ‘Ağam ben deki bu kuyruk acısı
sende de bu evlat acısı oldukça biz eskisi gibi olamayız..’ demiş..
Bir ses duydum.
-Fakir abi uyan Esenler otogarına geldik.
– Uyandım. Muavin çocuğa sordum.
– Yusuf Ağa’nın evi nerededir?
Muavin:
– Fakir abi sen hangi ağayı soruyorsun?. -Burası İstanbul. Burada herkes ağa..
Ya kuyruk acısı çeken Yılan!..
Evet, bugünkü yazım bu, hikayeside bu..
YORUMLAR