Cumhuriyet savunusunu sınıf mücadelesinin önüne koymak, Marksizm değil devletçiliktir.
Son bir kaç gündür mecliste kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik, Özgürlük” komisyonuna bir kısım milliyetçi, ulusalcı ve sosyalist çevre ve yapılardan cumhuriyetin kuruluş kodları ve Lozan üzerinden eleştiriler var. Hatta bir bildiri imzaya açıldı.
Bu bildiri Sosyalist soldan TKP öncülüğünde imzaya açıldı ve pek çok cumhuriyetçi aydın, asker, gazeteci ve diğer kesimlerden karşılık buldu.
Hatta bildiriye milliyetçi kesimden de destek geldi.
Aynı zamanda da bu komisyonda olan Sosyalist partilerden eleştirel cevaplar yazılmaya başlandı.Bildiriyi imzaya açan TKP ulusalcı refleks göstermekle suçlandı, komisyonda yer alanlar ise Kürt kuyrukçuluğu ve liberalizm suçlamalarına hedef oldu.
Bu tartışmalar daha çok su götürür. Konuya Aydemir Güler ‘ın yazısı üzerinden bir kaç söz ile ben de bir değerlendirme yapmak istedim.
Derdim tartışmaların tarafı olmak değil sadece bu yazı üzerinden düşüncelerimi yazmak.
Felaketin eşiğinden, uçurumun kenarına gelen bir TKP var. Yurtta işler iyi gitmiyor evet, işçiler, emekçiler, emekliler, çifçiler, yoksul halk uçurumun kenarında bu doğru. Ama cumhuriyet acaba orada mı? Yoksa hep böyle miydi?
Aydemir Güler’in “Hayır, bu bir kavrayış sorunu değil” başlıklı yazısı, son dönemde Türkiye solunun yaşadığı tarihsel savrulmanın kristalleşmiş bir örneğidir.
Yazı, ilk bakışta anti-emperyalist ve cumhuriyetçi bir tutumun savunusu gibi görünse de; satır aralarında Marksist-Leninist gelenekten ciddi kopuşlar barındırmaktadır.
Güler, Türkiye’nin “uçurumun kenarında” olduğunu iddia ediyor. Ancak bu uçurum, onun sunduğu gibi Lozan’ın tartışmaya açılması değil; sınıf mücadelesinin bastırılması, halkların taleplerinin inkârı ve sosyalist mücadelenin devletçi bir söyleme hapsedilmesidir.
Güler’in yazısında merkezi bir yerde duran tema, cumhuriyetin savunulmasıdır. Ona göre, bugün solun görevi, cumhuriyeti korumak ve onun laiklik, yurttaşlık, planlı ekonomi gibi ilerici değerlerini yeniden ayağa kaldırmaktır.
Oysa Marksist-Leninist teori, cumhuriyetin değil, sınıf iktidarının analizini yapar. Burjuva cumhuriyeti, işçi sınıfının çıkarlarına hizmet ettiği sürece değil, sermaye düzenini koruduğu sürece vardır.
Lenin’in de altını çizdiği gibi, her cumhuriyet “hangi sınıfın cumhuriyeti olduğu” sorusuyla ele alınmalıdır.
Lenin, “Proletarya, burjuva cumhuriyetini yalnızca proletarya diktatörlüğüne geçişin aracı olarak destekler” derken, bu çelişkiyi açıkça ortaya koyar.
Türkiye Cumhuriyeti de bu açıdan istisna değildir. 1923’te kurulan cumhuriyet, burjuvazinin sınıf iktidarının kurumsallaşmış halidir.
Kürt isyanlarının bastırılması, Ermeni soykırımının üzerinin örtülmesi, tek parti rejimi, işçi grevlerinin yasaklanması, sınıfsal çelişkilerin görünmez kılınması hep bu cumhuriyetin eseridir.
Bu nedenle, cumhuriyeti savunmak ancak onu aşma perspektifiyle anlamlı olabilir. Bugün TKP’nin ve Güler’in yaptığı ise, cumhuriyeti devrimci mücadelenin önüne koymak, onu yeni bir sınıfsal düzenin değil, sanki “bitmemiş bir proje”nin yeniden inşasına indirgemektir.
Güler’in yazısında Kürt hareketine dönük imalar, suçlamalar ve dışlayıcı yaklaşım, yalnızca politik değil, teorik olarak da sakattır.
Kürt hareketi, yazıya göre ya “aşiretlerle iş tutan” ya da “emperyalizmle kol kola yürüyen” bir aktör olarak kodlanmaktadır. Ve ulusal hareket aşiretçilik ve gericilik bağlamına indirgeyerek yılların mücadelesi yok sayılmıştır.
Dolayısıyla bu hareketle herhangi bir ittifak, doğrudan “liberallik” veya “cumhuriyet düşmanlığı” sayılmaktadır.
Bu bakış açısı, Lenin’in ulusal sorun konusundaki tavrına tamamen terstir. Lenin, çok açık bir biçimde şunu söyler:
“Ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmak, onların ayrılmasını teşvik etmek değil, eşitlik temelinde birleşmenin zeminini yaratmaktır.”
Yani bir halk kendi kimliğiyle, diliyle, kültürüyle özgürce yaşamak istiyorsa, sosyalistlerin görevi onu bastırmak değil, o halkın emekçileriyle dayanışma ilişkisi kurmak olmalıdır.
Bugün Kürt halkı; silahlı mücadeleden çok kimlik, eşit yurttaşlık, yerel demokrasi gibi taleplerle mücadele yürütmektedir.
Bu mücadeleyi, sırf emperyalist güçler de bölgede pozisyon arıyor diye “yıkıcı” ilan etmek, tarihteki tüm ulusal kurtuluş mücadelelerini mahkûm etmektir.
Güler’in yaklaşımı, ulusal sorunu teorik değil, devletçi bir güvenlik sorunu gibi ele alıyor. Bu, Marksizm değil, jakobenizm ile ulusalcılık karışımı bir ideolojidir.
Yazı boyunca sıkça tekrarlanan “emperyalizm karşıtlığı” vurgusu, ilk bakışta Marksist gibi görünse de, pratikte halkların meşru taleplerinin bastırılması için bir ideolojik araç haline getirilmektedir.
Lenin’in emperyalizm analizinde asıl vurgu, mücadele eden halklarla dayanışma üzerinedir. Güler ise, emperyalizmin bölgedeki stratejilerinin Kürt hareketinin, liberallerin ve “cumhuriyet karşıtlarının” işbirliğiyle ilerlediğini iddia ederek, gerçek sorumluyu, yani Türkiye sermayesini ve devletini ikinci plana atmaktadır.
Sanki Ortadoğu’da kriz çıkartan, halkları bölen, sınırları belirsizleştiren Türkiye değilmiş gibi; suç Kürt siyasetine yıkılmaktadır.
Oysa Marksist-Leninist tutum, emperyalist müdahaleye karşı dururken, ulusların ezilmesine de karşı durmayı gerektirir.
Güler’in yazısında en temel sorunlardan biri de, sınıf perspektifinin silinmesidir. Ne işçi sınıfının sefaletinden söz eder, ne gençliğin güvencesizliğinden, ne kadınların emeğinden… Her şey cumhuriyetin etrafında döner.
Oysa Türkiye uçurumun kenarındaysa, bunun sebebi Lozan’ın sorgulanması değil; asgari ücretin açlık sınırının altında kalması, sendikaların tasfiye edilmesi, köylünün toprağını terk etmesi, kadınların öldürülmesi, Kürt halkının yok sayılmasıdır.
Cumhuriyet bir “değer” olarak değil, sınıfsal bir iktidar biçimi olarak ele alınmalıdır. Sınıfsal analizi yok sayarak yapılan her cumhuriyet savunusu, burjuvazinin iktidarını yeniden tahkim etmeye hizmet eder.
Aydemir Güler’in yazısı, cumhuriyetin gerileyişi üzerinden korku üreterek, sosyalistleri devlet merkezli bir hatta hizaya sokmaya çalışmaktadır.
Oysa devrimci hattı belirleyecek olan şey, devletin değil halkın çıkarlarıdır.
Bugün Türkiye’de sosyalistlerin görevi:
* Kürt halkının eşitlik ve özgürlük taleplerini tanımak,
* Cumhuriyetin değil, halk ,sınıfın iktidarının yolunu örmek,
* Sınıfı, kimliği ve cinsiyeti birleştiren bir devrimci strateji geliştirmektir.
Marksizm, devletin diliyle değil, halkların diliyle konuşur. Leninizm, “ulusal birlik” adına halkların üzerine basmayı değil, ezilenlerle yan yana yürümeyi öğretir.
Sosyalizm, cumhuriyetin restorasyonu değil, halkın, işçi sınıfının devrimci geleceğidir.
Herkes yorum yapmakta özgürdür. Sonuçta bir süreç yürüyor ve bu sürece herkes bulunduğu yerden bakıyor.
Cumhuriyetin tarihinin sosyalistler, komünistler ve halklar için ne anlama geldiğini de hatırlayarak sözümüzü söyleyelim. En başından Suphi’lerden başlayarak.
YORUMLAR