Toplumsal muhalefet, kimi zaman bir grev pankartında yankılanır, kimi zaman bir çöp yığınının kokusunda ete kemiğe bürünür.
Son günlerde Disk’e bağlı Genel İş sendikasına üye işçilerin “eşit işe eşit ücret ” şiarıyla başlattıkları grev bazı solcuların ve sosyal demokratların ağır eleştirisine uğruyor.
Neymiş efendim Disk tam da bu günlerde iktidarın ekmeğine yağ sürüyor. AKP ‘ ye çalışıyor, bu kadar ücret ülkenin gerçekleri ile uyuşmuyor. İnsan gerçekten bu söylemlere üzülüyor.
Neymiş ülkenin gerçekleri ? Mehmet Şimşek’in anlattığı gerçekler mi? Şimşek haklı ise ne diye sokaklara çıkıyoruz ki?
Evet, İzmir’in sokaklarında biriken yalnızca evsel atıklar değildi bu kez; birikmişti aynı zamanda hayal kırıklığı, birikmişti umutların rafa kaldırılmış biçimi, birikmişti sınıf çelişkilerinin açık ve çıplak gerçeği.
O çöp dağları, bu ülkeye “hak, hukuk, adalet” getireceğini vadedenlerin, o hakları sadece kendi iç hesaplaşmalarının objesi hâline getirişini simgeliyordu bu söylemler.
CHP’li bir belediyede grev vardı. Ve bu grev, emeğin onurunu savunmak yerine emeği itibarsızlaştırma üzerine kurulmuş bir iletişim diliyle karşılandı bu kesimler tarafından.
Belediyenin başkanı, bir sermaye temsilcisi edasıyla, halkın karşısına çıkıp işçileri “gerçek dışı talepleri” olan bir yük gibi gösterdi. Oysa sosyal demokrasinin en azından görünürdeki iddiası, adaletin terazisini yoksuldan yana eğmekti. Ne yazık ki yine olmadı. Yine beceremediler ve işçilerle kavgayı seçtiler.
Disk son yıllardaki duruşu, konumlanışı, örgütlenme alanı seçmesi, bunun için diğer sendikalara pazarlıklar yapması, 1 Mayıs’ta ki tavrı ile çok fazla eleştiriyi hak ediyor.
Marks, “Bütün tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir” derken yalnızca burjuvaziyle proletarya arasında geçen bir çarpışmadan bahsetmiyordu; aynı zamanda işçi sınıfının kendi içindeki temsilcilerinin yozlaşma riskine de işaret ediyordu.
Bugün DİSK’in durduğu yer, bu yozlaşmanın, siyasallaşmanın ve tarafgirliğin ürünü olan bir kırılmayı yansıtıyor.
Artık DİSK, toplumsal muhalefetin parçası değil; CHP içi hizip savaşlarının gölgesinde şekillenen bir denge aparatına dönüşmüş görünüyor.
Devrimci sendikacılık adına kurulan bu yapı, bugün alan korumacı bir kast gibi davranıyor: Küçük olsun ama bizim olsun mantığıyla hareket eden, örgütlenmeyi bir devrimci görev değil, bir iç pazarlık meselesi gibi gören, alan mücadelesini sınıf mücadelesinden üstün tutan bir yapıya bürünmüş durumda.
Yoksul emekçilerin örgütlenmediği ama “devrimci” adının büyük harflerle yazıldığı bir sendika, gerçekte karşı-devrimci bir fonksiyona bürünür zaman içinde. Bilmiyorum belki de bilinçli bir tercihtir bu. Tartışılır tabi.
Bugün DİSK, işçiyi değil, ilişkilerini; emekçiyi değil, siyasi hizasını savunmaktadır. Alanını korumak adına başka alanlara körleşmiş, kendi dışındaki sendikal çabaları tehdit olarak gören; birleştirici değil, ayrıştırıcı, ortaklaştırıcı değil, belirleyici olmaya çalışan bir bürokrasiye teslim olmuştur. Ve böylece bu ülkede devrimci sendikacılığın önündeki en büyük engellerden biri haline gelmiştir.
Ama Disk’ in bu durumu İzmir Belediyesi işçilerinin haklı taleplerinin üzerini örtemez. Bir başka sendika ile yapılan sözleşmenin aynısını talep etmek bozgunculuk yapmak değildir.
Sendikacılık bir zamanlar Greif’teki gibi bedenini barikata dayamaktı. Bugünse masa başında işçiyi siyaset diline kurban vermekle eşdeğer.
Belediyelerde “eşit işe eşit ücret” talebinin altını doldurmak yerine, “bizim belediyemiz” diyerek işvereni kollamak, sınıf sadakatini siyasete feda etmektir.
Rosa Luxemburg’un dediği gibi: “Ya sosyal reformculuk ya devrim!” Reformculuk, sınıfın taleplerini makuliyet süzgecinden geçirme aygıtıdır. Devrim ise, işçinin insanca yaşayabilmesinin tek olasılığı.
Bir müteahhit biraz daha az kazansın, varsın rantta küçülsün ama işçi onuruyla yaşasın denilmeliydi. Evet, “herkes 15 bin TL ile geçiniyor” diyerek pazarlık yapılmaz; aksine herkesin insanca yaşayabileceği bir ücret düzeyi için mücadele edilirdi.
İşte tam da bu noktada CHP’nin “iktidar provasını” yapabileceği bir alan vardı İzmir’de. Kayyum atanmamış bir kentte, işçinin hakkı tanınsaydı, o zaman halk, o belediyeyi “bizim belediyemiz” sayardı. Bugün çöp dağları değil, bir umut yükselirdi kentin sokaklarından.
Lenin, devrimci durumların koşullarından birinin “yönetici sınıfın artık eskisi gibi yönetememesi” olduğunu söyler. CHP ise hala 90’ların teknokrat diliyle, halkı yönetebileceğini sanıyor.
Oysa yönetilmeyen halk, sokağa dökülen işçidir artık. Kentin çöpleriyle değil, kentteki eşitsizliklerle yüzleşmeye çağırıyor bizi işçiler. Bu çağrıyı anlamayan belediye, solculuğu rozetten ibaret sayıyor demektir.
İzmir bugün bir sınavdı. İşçinin yanında duran, sınıf çelişkisini gözeten, sendikal mücadelenin siyasal tarafgirliğe değil emek ahlakına dayandığı bir çizgide durabilirdi sosyal demokrasi. Ama olmadı. İşçilerin ellerini sıkmak yerine veri dosyalarıyla kamuoyu oluşturulmaya çalışıldı. Mücadele yerine manipülasyon, dayanışma yerine dışlama seçildi.
Şimdi biz sosyalistlere düşen görev, patron kim olursa olsun emeğin safında yer almaktır. DİSK’in suskun kaldığı, partinin sınıfsal refleksleri törpülediği, işçinin yalnız bırakıldığı her yerde, gerçeği söylemek boynumuzun borcudur.
Çünkü biz biliyoruz: Çöp dağlarının ardında biriken yalnızca kent atıkları değil; emeğin görmezden gelinmiş haklarıdır. Ve o haklar, bir gün mutlaka sokaktan yeniden filizlenecek.
Ve Şimdi…
Ey İzmir’in sokaklarını tertemiz kılmak için gecesini gündüzüne katan işçi kardeşim…
Senin terinle sulanan bu kentin asfaltında, şimdi siyasetçilerin ayak sesleri yankılanıyor ama hiçbiri senin sesini duymuyor.
Sana “fazla istiyorsun” diyorlar. Ama hiçbir sermayedara “az kazan” demiyorlar. Sana “sabret” diyorlar. Ama kendi çıkarları için bir an bile beklemiyorlar.
Bugün yalnızsın belki ama haklısın. Ve unutma, bu topraklarda haklı olanlar hiçbir zaman sonsuza kadar yalnız kalmaz.
DİSK adını taşıyanlar, devrimci mücadelenin mirasını taşımak yerine, kendi dar çevrelerinin kârını düşünüyor.
Oysa işçi sınıfının çıkarı, hiçbir grubun tapulu malı değildir. İşçilerin olduğu her yerde mücadele vardır; sendika suskun kalsa da, başka hesaplar peşinde koşsa da, afişler indirildikçe senin sesin daha çok duyulacaktır.
Artık yeter. Ne CHP’nin iç kavgasında figür, ne de bürokratik sendikacılığın suskun rızası olacağız.
Grev pankartlarımız, yalnızca ücret için değil; onurumuz, geleceğimiz, çocuklarımızın alın yazısı içindir.
Çünkü biliyoruz ki, çöp dağlarının ardında biriken yalnızlık değil; büyük bir direnişin tohumlarıdır.
Ve o tohumlar bir gün filizlenecek; İzmir’in caddelerinde temizlik işçileri yürüdüğünde, yalnızca süpürgeler değil, umutlar da sallanacak rüzgarda.
Ve biz orada olacağız. Çünkü sınıf bilinçtir. Ve bilinç uyandığında hiçbir sendikal klik, hiçbir patron belediyesi, hiçbir hizip savaşçısı onu durduramaz.
Sosyal demokrat arkadaşlara ve hatta bir kısım sosyalist arkadaşlara da sözüm, olaya baktığınız tarafkir açınızı değiştirin. İktidar olmak için bugünden farklı olmalısınız.
Az kazanan kardeşim, sende ben neden az kazanıyorum patron çok kazanıyoru sorgula, temizlik işçisi hakkını arıyor diye ” Bir profösörden fazla maaş istiyor” deme. O profösör akademiyi ve devleti sorgulasın. Direnen işçiyi değil.
İşçiler kazanacak. Kazanacak olan biziz.
YORUMLAR