PKK’nin 12. Kongresi’nde açıkladığı fesih kararı, siyasal mücadelede yeni bir döneme işaret ediyor. Silahlı mücadele döneminin sonlandırıldığı, “Demokratik Toplum Sosyalizmi” ve “Demokratik Ulus” çerçevesinde barışçıl çözüm arayışına girildiği duyuruldu.
Ancak bu yönelimi sadece “silah bırakma” olarak okumak yetersiz kalır. Çünkü kongre kararları sadece bir mücadele değişikliğine değil, aynı zamanda derin tarihsel, ideolojik ve jeopolitik sorgulamaları beraberinde getiriyor.
Kürt hareketinin kongre açıklamasında Lozan Antlaşması’na yapılan vurgu, bu süreci tarihsel bir kırılma olarak tanımlıyor.
Lozan’ın, Kürt halkının hukuksal statüsünü yok saydığı iddiası doğru olmakla birlikte, bu tespitin sınırlı ve sorunlu yanları var. Çünkü Lozan yalnızca Kürtleri değil; Alevileri, Arapları, Süryanileri ve diğer halkları da bir “azınlık politikası”yla tasfiye eden, çok uluslu bir coğrafyada tek ulus yaratma hedefiyle kurumsallaşmış bir düzenlemeydi.
Lozan’ı sadece Kürt inkârı üzerinden tanımlamak, hem tarihsel hafızayı eksiltiyor hem de bugün benzer baskıları yaşayan inanç ve halk topluluklarıyla ortaklaşmayı zorlaştırıyor.
Kürt siyasi hareketi, bu tarihsel inkarla hesaplaşırken Türkiye’deki sol, sosyalist ve laik çevrelerden destek bekliyor.
Ancak burada bir çelişki beliriyor: Aynı çevreler, özellikle yeni anayasa tartışmaları çerçevesinde bu süreci bir “AKP destekli emperyalist proje” olarak okuyor.
Laikliğin, Cumhuriyetin, ulusal bütünlüğün tasfiye edildiğini düşünüyor. CHP başta olmak üzere birçok kesim, Kürt meselesinin çözümünü desteklemekle birlikte, bu çözümün AKP eliyle yürütülmesine ve anayasa üzerinden gerçekleştirilmesine itiraz ediyor. Bu itirazın kökleri sadece güncel siyasete değil, 100 yıllık bir siyasal refleksin içselleşmiş mirasına uzanıyor.
Bu noktada PKK’nin Lozan karşıtı diliyle laiklik ve Cumhuriyet vurgusu üzerinden politika yapan kesimler arasında ortak bir zeminin oluşması oldukça zor.
Dolayısıyla “demokratik anayasa” söylemi, bir yanıyla Kürtlerin tarihsel taleplerine referans verirken; diğer yanıyla laik, Cumhuriyetçi çevrelerde tam tersine “düzenin sonu” çağrışımı yaratıyor.
Bu kırılmayı, sadece “ön yargı” olarak değerlendirmek eksik olur. Çünkü sürecin AKP ve MHP gibi gerici, milliyetçi aktörlerle örtük biçimde yürütülmesi, barış yerine bir tür sistem içi uzlaşma şüphesi yaratıyor. Hadi silahlar susacak, buna biz barış diyelim. Barış istemekten vazgeçmeyelin
Kongrede yapılan enternasyonalizm ve demokratik toplum sosyalizmi vurguları da dikkat çekici. Ancak bu kavramların gerçekliğe ne ölçüde tekabül ettiği tartışmalı.
Rojava’daki kanton modeli, halkçı, kadın özgürlükçü ve yerel yönetim odaklı özellikler taşımakla birlikte; bugün bölgedeki jeopolitik dengeler, ABD, Rusya, Çin, İsrail , Türkiye ve İran arasındaki çıkar çatışmaları nedeniyle bu modelin bağımsız bir siyasal alternatif haline gelmesini zorlaştırıyor.
Bu koşullarda PKK’nin “sosyalist bir çözüm önerisi” sunduğunu söylemek güç. Ortadoğu’da halen aktif kalan PYD, YPG, PJAK gibi yapılar varlığını sürdürüyor.
Türkiye ayağı, kağıt üzerinde feshedilse de siyasi söylem ve örgütsel yapı dağılmadı. Bu nedenle sürecin bir taktik geri çekilme mi, bir stratejik yeniden konumlanma mı yoksa yeni bir tür entegrasyon süreci mi olduğu belirsizliğini koruyor.
Bütün bu tablo içerisinde sosyalistlerin pozisyonu oldukça karmaşık. Bir yanda laiklik, Cumhuriyet, ulusal bütünlük gibi kodlara sahip çıkan, ancak devlet refleksinin dışına çıkamayan bir eğilim var.
Diğer yanda Kürt hareketine yakın duran ama sınıfsal örgütlenmeden uzak, kimlik odaklı siyaset yapan bir kanat. Bu iki eğilim, ne birbiriyle birleşebiliyor ne de halkçı, sınıf temelli, ortak kurtuluş fikri etrafında buluşabiliyor.
Bugün asıl ihtiyaç duyulan şey, sosyalistlerin bu süreçte kendi bağımsız hattını kurmasıdır. Demokratik anayasa ve cumhuriyet tartışmaları, sadece kimlikler üzerinden değil; eşit yurttaşlık, sınıf temelli ekonomi politikaları, kamusal haklar, laiklik ve halk egemenliği ilkeleriyle ele alınmalıdır.
Aksi halde, Kürt halkının tarihsel kazanımı bir “AKP ile pazarlık” düzeyine indirgenirken; laik, ilerici çevrelerin kaygıları da faşizan-milliyetçi reflekslere teslim edilir.
PKK’nin 12. Kongresi ile açılan yeni süreç, tarihin olağan akışını değiştirme potansiyeline sahip olabilir. Ama bu potansiyel, kiminle ve nasıl yürütüldüğüne göre şekillenecektir.
Gerçek bir demokratikleşme, sadece Kürtlerin tanınmasıyla değil; halkların tümünün eşitliğini, sınıf temelli adaleti ve laikliğin hak temelli yorumunu içeren yeni bir demokratik cumhuriyet tahayyülüyle mümkündür.
Sosyalistlerin görevi bu süreci alkışlamak ya da reddetmek değil; bu sürece sınıfsal bir karakter kazandırmak, örgütlü halk iradesini yeniden kurmaktır.
YORUMLAR