Bugün 12 Eylülmüş..
Ve şu sahtekar, o gece, 12 Eylül gecesi ve sonrası geçici süre nezarethaneye alınıp, idam dahil, yılarca zindanlarda kalan gerçek sağcı, solcu, muhafazakâr, milliyetçilerin yattığı nezarethanede bir iki kelime ezberledikten sonra çıktıkları sahada kendilerine ’68’Lier, 78’liler’ deyip, piyasada devrimci, solcu geçinip, sağcılığı, solculuğu, milliyetçiliği, muhafazakârlığı kendilerine sermaye edinip, asıl işleri olan yani hem devleti, hem de devlet denen kavramı oluşturan, halkı kandıran kurnazlıklarıyla rantlarına rant katmak, içip, içip masalarda devrim yapan ve ardından da ‘Ne yapalım 12 Eylül tankları bizi ezip geçti’ diyenleri..
Yetmedi özendikleri, kopyaladıkları ama hiç tanımadıkları hatta hayat hikayesini okumadıkları Che Guevera ayaklarıyla ağızlarındaki purolarla çeper dibinde yaşananları izlemekle keyif çatanların yüzüne tokat olması umuduyla şu kara 12 Eylül hikayesini birde benden dinleyin..
Evet, hâlâ neden öldürüldüğü ve konsolosluğa alınıp, asit kuyusuna atılan gazeteci gibi param, parça edilip, eritilen 8 yaşındaki Narin gibi çocuk denmeyecek yaşlardaydım. Rahmetli babamla birlikte köylü olarak hep “şeher” deyip indiğimiz şehirde onunla birlikte mücadele ediyor, onun kurduğu her işte adeta CEO’su olarak başrol oynuyordum.
Çünkü, “Taşı sıksa suyunu çıkarır” sözünü yerine en iyi şekilde getiren olağanüstü çalışkanlığı ve yaratıcı mücadelesiyle tanınan 12 Eylül mağdurlarından olan rahmetli babam, hayat mücadelesiyle hâlâ soy ismimiz gibi yılmaz, tükenmez bir kişilik olarak her zaman olduğu gibi özelikle bugün, bir çok insan ve aile tarafından ‘Kara 12 Eylül’ diye anılan her yeni 12 Eylül gününde bir kez daha oğlu olarak rahmetle, dünya görüşü olarak saygıyla hayalinin önünde eğilip, anıyorum.
Babam Fevzi Yılmaz bir dönemde muhtarlık yapmış olduğu kendi köyünde kurduğu “Küçük Sütlüceler Süt Kooperatifi” ile kooperatifçiliğin önemini köylüsüne, ülkesine anlatmaya çalışmıştı. Ayrıca, hayvancılık, sebzecilik, meyvecilik konusundaki başarısını örnek almaları için birçok köylüyü Konya kadar küçük, ama başta kültürünü, tohumunu bizden aldığı, ürettiği peynirden şu an bulunduğum İstanbul’u geçici olarak süslemekten öteye gitmeyen laleler olmak üzere hayvancılıkta elde ettiği büyük kazançla dünya ekonomisine yön veren Hollanda ve Almanya’ya götüren babam, ticarette olduğu gibi siyasette de maddi ve manevi olarak çok yorulmuş ama durmak bilmemişti.
Bugün adı sanı anılmayan veya istendiği gibi bekleneni vermeyen kooperatifçiliğin ilk yıllarından, yani 74’lü yıllarda kurduğu kooperatif aracılığıyla, Ardahan merkeze bağlı Hoçvan Bölgesi’ndeki 21 köyün yanı sıra, bugün Hollanda’nın marka yaptığı Grayver peynirinin yapılışını bize öğreten, ilk HES’ler denecek olan su gücüyle dönen ama bugünkü gibi kullandığı suyun tüm hücrelerini alıp, asit misali saf su haline sokan, “can suyu” adıyla derelere ve doğaya bırakan değil, arpayı, buğdayı un yapan, ekmeğe çeviren, doğasına zarar vermeyen taş çarklı değirmenciliği ülke insanına hediye eden Malakanların barış içinde yaşadığı Küçük Sütlüce (Şişka) köyü için içme suyu sorununu çözmeye çalışmıştı.
Bu çabasının içinde, Alagözlü olan şu an İstanbul Çekmeköy Belediye Başkanı Orhan Çerkez’in köyünün de içinde olduğu Ardahan’ın diğer merkeze bağlı 5 köyüne, Çıldır Gölü’nün su kaynağı olan 3 bin 197 rakımlı, Zaloğlu Rüstem’in Bolu beyinin eteklerinde karşılaşıp dövüşürken yere yıktığı Kısır Dağı’nın Hoçvan Ovası yakasından yıllardır boşa akan suyunu içme suyu olarak toplam memleketim Ardahan’ın 26 merkez köyüne içme suyu olarak getirmekti.
Bugün babamla birlikte bir kez daha özleyerek, özetleyerek hatırladığım Ahmet Kaya’nın şarkısındaki gibi
gururla ‘O benim babam” dediğim 12 Eylül mağdurlarından biri olan babam Fevzi Yılmaz, yukarıda saydıklarımın yanı sıra, bugün kilosu bir bardak su fiyatı etmeyen sütün para etmesi için süt alımı, kaşar başta olmak üzere peynircilik, yem satımı, traktör pazarlaması, LPG mutfak tüpü servisçiliği, meşrubat bayiliği, otelcilik, petrol ofisi işletmeciliği, damperli araba sürücülüğü ve Ardahan’a beton sağlayacak ilk taş kırma tesisini kurması gibi birçok iş yaptı. Ayrıca, adı adıma verilen “Fakir Dostu” adlı gazeteyi ahırda teksir makinasıyla basıp, dağıttı. Bu işleri kurduktan sonra, 13 yaşındaki CEO’suna, yani bana kurduğu işleri bırakıp, siyasetteki çalışmalarına yöneliyordu.
Behice Boran döneminde ki TİP’te yer aldıktan sonra, dağlara Karaoğlan olarak adını yazdıran Ecevit ile birlikte, darbeci, cuntacı, askeri ve bürokratik anlayıştan daha iyi olan ve demokrasinin olmazsa olmazı olan sivillerin yönetimindeki siyasete, sivil toplum örgütlerine daha yakın olmak için kurduğu işleri hep bana bırakıp, günlerce gelmemek üzere gidiyordu.
O dönemde, yani Kars İl Genel Meclisi Üyesi olduğu zaman, darbeciler tarafından atanan valiye, “Sen resmi işler için Ankara’ya değil, özel işlerine, tatile gidip gelirken halkın parasıyla alınan uçak bileti ile gidemezsin” demiş, valilikten çıkarken ağlayan bir muhtarı görünce “Ne oldu, niye ağlıyorsun?” diye sorduğu muhtarın validen fırça yediğini kendisine anlatınca gözleri yaşlı muhtarın elini tutup, valinin makamının kapısını kendisi açmış ve pencereden Kars’ı izleyen valiye “Seni görevden aldım” diyebilmişti.
Köyüne hizmet ederken “Muhtar Fezo” diye anılan köyden şehere geldiğinde şehirlilerin, ‘Aha ula Kürt Fezo o’ dediği, siyaset alanında, “Yiğit İl Genel Meclis Üyesi Fevzi Bey” ve iş hayatında “enerji dolu yaratıcı iş insanı Fevzi Yılmaz” yani gururla “O benim babam” dediği insan, Ardahan’dan dışarı çıktıktan sonra günlerce eve dönmemiş; başta iki annem olmak üzere onca çocuğu bizler, “Kars’ta mı, Ankara’da mı?” diyerek günlerce gelmesini beklerken, o memleketi Ardahan’ın sorunlarını çözmeye çalışmış, bir taraftan da başörtüsü ve Kürt sorunuyla ilgili özgürlüklerin yanında yer almış, darbeci kafalı ulusalcı tayfaya ve faşistlere karşı mücadele vermiştir.
Behice Boran döneminde TİP’te siyaset yaptığı için Diyarbakır’da 4,5 yıl hapiste değil zindanda yatırılan, idamla yargılanan ve bugün müze olan 12 Eylül’ü, onun mağduru babamı ve babamla birlikte bu ülkenin güzel geleceği için mücadele eden, BOB’lara kapılar açan değil, tüm toplumu kardeşçe barış içinde, kamplaştırmadan, hak, hukuk, adalet diyerek normalleşmesi gereken siyasetin içinde verdiği mücadelenin bir adım daha ileri gitmesi için samimice çabalayanların cuntacı denen darbecilerce darmadağın edildiği bir günü hatırlıyorum.
Ve bugün, hem siyaset yapan hem de benimle birlikte işine devam eden, bir yandan da “Memleketi Ardahan gelişsin…” diye o dönemlerde aktif olan ve bugünkü gibi sararmayan STK’larda sıkça yapılan toplantılara katılıp, gurur duyduğum ateşli konuşmalar yapan babamın o gününü hatırlıyorum.
Bir gün, ’12 Eylül oldu…’ dediler. Birileri gelip babamı aldılar. Önce, şu an Tugay Komutanının evinin yanı başında bulunan, gecekondu gibi derme çatma nöbet kulübesi yapılan ve nedense hâlâ yıkılmayan, köylerdeki tahtadan yapılmış ihtiyaç yerlerine benzeyen askeri nezarethaneye aldılar.
Adil abimle birlikte peşine gittik; çocuk aklımızla insan seslerinin çıkardığı avazın göklere çıkarıldığı yere, önünde nöbet tutan askerlere ağlayan gözlerimizle akan yaşlar eşliğinde ‘Babamızı geri verin’ dedik. Ama babamı vermedikleri gibi, hâlâ şu an bile babamı andığım onca yazıdaki gibi bu yazımı yazarken de boğazımı düğümleyen anılar eşliğinde gözümden akan yaş gibi acısını hatırladığım tokadı yiyip, ağlayarak eli boş oradan babasız ayrıldık. Darbecilerin ‘suç unsuru’ diyebileceğini düşünüp, kitaplar, onca plaklar yani babamın kütüphanesi denecek ne var ne yoksa ağıtlar eşliğinde yakılan evimize geri döndük.
Ve ‘O çok kötü günlerdi’ diye hafızamda kalan gün, dünün 12 Eylül hep, ‘Bir sağdan, bir soldan’ diye insanları astıran darbecilerin günleri ,kötü günler olarak anılacak.
Çünkü o gün, babamı bizden, halkından, insan hakları konusunda ilk örnek verilen demokrasi yönetimiyle daha güzel bir ülke umuduyla mücadele ettiği siyasi alandan koparan darbecilerin 12 Eylül’ünü bir kez daha hatırlıyorum.
Siyasiler demokrasi mücadelesi verirken, başbakanları terleten tankların yürütüldüğü 28 Şubatları, ‘Yolu Diyarbakır’dan geçer’ denen AB yolu denen yoldan ilerlerken Boğaz köprüsünde o yolu kesen 15 Temmuzları da bir kenara yazdıran dünkü kara 12 Eylül’de…
Evet, her geçen gün biraz özlediğim ve gün geçtikçe sima olarak iyiden iyiye benzediğimi fark ettiğim babam Fevzi Yılmaz’ın o gün gözaltına alınıp, benim çocukça ‘babamı verin’ dediğim için tokat yediğim, hâlâ neden yıkılmadığını düşündüğüm ve her gelen Tugay Komutanının yanından geçip lojmanının olduğu bahçede kalan eski nezarethane, yani nöbetçi kulübesi olarak bilinen harabe yerde tutulduktan sonra, önce Kars’a, sonra Erzurum’a, ardından da meslektaşım İsmail Ögeday’ın yönetimindeki Afyon Time adlı haber sitesindeki günlük yazılarımla ulaşmaya çalıştığım, Ardahan’dan farklı olmayan misafirperver ve sıcak gönüllü insanların yaşadığı, ama soğukları Ardahan’dan farklı olmayan Afyon’a sürgün olarak gönderildik.
Siyasi sürgün olarak tanımlanan, babamla birlikte bilmediğimiz, görmediğimiz Cumhuriyet Mahallesi’nde kaldığımız evde, çocuk aklımla bilmediğim giriş kapısına giden yoldan değil, arkasından çıkmaya çalışırken az daha uçurumdan düşüp ölecektim diye hatırladığım kalesiyle, sucuğu, aynı zamanda AK Parti Genel Başkanı da olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sağlıklı dediği ve önerdiği manda kaymağı ile ünlü Afyon’a, aileyi ekonomik ve sosyal olarak yıkan 3 yıllık bir süreç yaşadık.
Ve ‘Seçilirsem DEM’lileri değil, makamıma belediyenin kapısına sokmayacağım’ diyen sözde solcu, demokrat, eşit bakan ama Kaftancıoğlu’ndan sonra Kılıçdaroğlu’nu yolcu eden, şimdi de daha mahkeme kararı yani İstinaf Mahkemesi’nin vereceği karar ortada yokken yalandan kızılca kıyamet koparan ama küçük beyinciklerinde sakladıkları çıkacak olan kararın olumsuz olmasını isteyen, İmamoğlu’nu da Kaftancıoğlu ve Kılıçdaroğlu gibi iktidarı suçlayacakları, zor durumda bırakacakları bir harekete itip, önlerinde engel gördükleri kişiyi siyaset sahasından atıp tribüne yolcu etmek için ulusalcı medya aracılığıyla kışkırtan sözde İmamoğlu sevdalıları, ulusalcı kozmik odalı CHP’li kadın belediye başkanı olan Afyon’da aç kalmak dahil zor günler geçirdik.
Bizi, 12 Eylül’de olduğu gibi bugün de yetim bıraktılar. Ama o benim babamdı; darbecilere, ulusalcılara, kafatasçılara, kısacası insan haklarına karşı, demokrasi düşmanı faşistlere karşı direncinden vazgeçmedi, daha özgür bir halk için mücadelesine devam etti ve o mücadeleyi bize miras bıraktı.
Peki, darbe sonrası yani 1980-1984 arasında sağcı, solcu, muhafazakar, milliyetçi demeden ‘Bir oradan, bir buradan’ denilerek idam edilen 50 mahkûmdan biri olan Erdal Eren’ler gibi ismi hâlâ hatırlanan onca insan ve ‘Muhtar bile olamaz’ diye manşetlere çekilen insanlar bu ülkenin insanları tarafından hâlâ sevilip sayılırken, yerelde ‘gorbe gor’ denenler ve kendileri gibi isimleri nerede?
Bunu da ben değil, halka ve onun seçiklerine kılıç çekmekle, göstermekle, falanların, filanların ‘askerleriyiz’ demekle ve en önemlisi siyasi hayatta başarısız muhalefet ve iki yüzlülük yüzünden bir türlü iktidara gelemeyip yıldızlı şapkaların gölgelerine sığınmaya çalışanlarla değil, ‘Bu ülkede kardeşçe yaşanabiliri ortaya koyan halkın seçtiği siyasilerle devlet denen halk yönetilir’ diyecekler olan siz ve çeper dibinde, rakı masalarında değil, o babanın oğlu olan benim gibi yüksek sesle haykırması gerekenler söylesin.
YORUMLAR