MEDİNE VESİKASI’NDAN ÖMER PAKTI’NA
Haber: “Kobanî Davası’na Diyanet de katılmak istedi. Diyanet İşleri Başkanlığı, ‘HDP’lilerin dini değerleri temelden sarstığı’ gerekçesiyle duruşmalara katılma talebinde bulundu.”
Ben: Keşke Diyanet’in iddiası doğru olsaydı. Keşke HDP dini değerleri temelinden sarssaydı. Aksine “İslam Kardeşliği”, “Medine Vesikası” gibi kavramlar, “Demokratik İslam Konferansı”, “Demokratik İslam Masası” gibi oluşumlarla İslam’ı “güzellemiştir”.
Bunlardan İslami çevrelerin “ilk yazılı anayasa” diye kutsadıkları Medine Vesikası meselesi hakikaten ilginçtir. HDP camiasının gündemine ilk kez Abdullah Öcalan’ın 2013 yılında Kurban Bayramı vesilesiyle yayımladığı mesajla, “Hazreti Muhammed’in Medine Şûra çalışmaları örnek alınarak, Şeyh Said gibi tarihi kişiliklerin ruhuna uygun olarak Demokratik İslam Konferansı” çağrısında bulunması ile girmişti. Halbuki bilimsel hiç bir temeli olmayan, tamamen rivayetlere dayalı bir “vesika”dır bu…
Hikayesi aşağıda. Ama okumaya başlamadan hatırlatayım:
Hangi kültüre ait olursa olsun çok eski dönemlere ait metinlerin otantikliği konusunda temkinli davranmaktan yanayım. Bu açıdan Kur’an dahil İslam tarihinin ve metinlerinin rivayetlere dayandığını, tarihsel süreç içinde, hakim sınıfların ihtiyaçlarına göre bunların yazıya geçirildiğini, norm haline getirildiğini ve ebedi açıdan mükemmelleştirildiğini düşünüyorum. Dolayısıyla aşağıda “söyledi, yaptı, dedi” gibi terimler önüne “kaynaklara göre” ifadesi eklenerek okunmalı.
Devam edelim.
Malum, demokrasi deyince akla ilk Antik Dönem’deKİ (M.Ö. 5. yüzyıldan itibaren) Atina Şehir Devleti gelir. Atina demokrasisi sadece varlıklı erkek vatandaşların oy kullandığı bir demokrasiydi. Kadınlar, köleler ve yabancılar (metikler) oy kullanamazdı.
Roma İmparatorluğu döneminde (MÖ. 1 yüzyıldan itibaren) demokrasi, seçimle değil aileden aileye geçen veya aynı aileden türemiş grupların hâkim olduğu bir yönetim şekline dönüştü. Atina’daki ‘doğrudan demokrasi’nin yerini ‘temsili demokrasi’ aldı. Bu günkü parlamentoların çok basit şekli Roma’daki Senato idi.
Şura, istişare ve müşavere
Kuran’da “demokrasi”ye en yakın kavram, bir anlaşmaya varmak için başkalarına danışmak, başkalarının fikrini almak (istişare) anlamına gelen ‘şura’. Şara fiili bir şeyi yerinden ayırmak anlamına geliyor. Bir başka anlamı da bir şeyin içerdiği iyi özelliklerin sergilenmesi.
Dil bilimcilere göre bu kelime Kuran öncesi dönemdeki Arapça’da yoktu, Kuran’la birlikte ortaya çıktı ancak Kuran’da sadece bir tek yerde, Şura Suresi’nin adında geçiyor. Şara kökünden gelen ‘istişare’ kelimesi ise hem Şura Suresi’nin 38. ayetinde hem de Bakara Suresi’nin 233. Ayetinde geçiyor: Birincisinde “işleri kendi aralarında istişare ile olanlar” şeklinde, ikincisinde ise “Eğer (anne ve baba) kendi aralarında istişare ederek (iki yıl dolmadan) çocuğu sütten kesmek isterlerse onlara günah yoktur…” şeklinde.
İmran Suresi’nin 159. ayetinde ise şara fiili emir kipinde kullanılıyor. “…Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et…”
Bir de şu hadis var istişareye ilişkin: “Kim bir işe girişmek ister de, o hususta Müslüman biri ile müşavere ederse Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar.”
İslam öncesi dönemde Araplar “danışma” işini yapıyorlardı elbette. Ama bunun için hangi fiili kullandıklarını bilmiyorum. Kureyş kabilesinin bir toplantı yerine (Dar’ül- Nadva) sahip olduğu biliniyor. Yesrip (daha sonra Medine) şehrinin Yahudi halklarının kendi aralarında, ya da Yahudilerle Arapların savaşlarında defalarca görüşmüş, sorunlarına çözüm bulmaya çalışmış oldukları da malum.
İslam kaynaklarında sanki çok önemli olaylarmış gibi sunulan Akabe Biatları’nın (621 tarihli birincisine 12 kişi, 622 tarihli ikincisine 75 kişi katılmıştı) temel özelliği bir çatışmayı çözmek için imzalanması. Yoksa halkı ilgilendiren herhangi bir eylemin, işin yapılması gibi (örneğin Medine meydanının nasıl düzenleneceği ya da Uhud tepesine cami yapılması gerekiyor mu gibi) konularda “meşveret meclisi” toplandığına dair bilgimiz yok.
Ali Bulaç’ın “çok hukuklu toplum” projesi
Bu kısa listeden “İslam’da demokrasi geleneği’” çıkarmak kolay değil ama Abdullah Öcalan’ın atıfta bulunduğu Medine Şurası /Vesikası/ Sözleşmesi bazı Müslüman çevrelerce “dünyanın yazılı ilk anayasası” sayılıyor.
Bu vesikanın adını ilk kez, Ali Bulaç’ın 1991 yılında Kitap dergisinde başlattığı tartışma sırasında duymuştuk. Tartışma Ahmet İnsel’in katılımıyla Birikim dergisi ve başka dergilerde çeşitli yazılarla devam etmiş, sonra unutulmuştu. Anladığım kadarıyla Ali Bulaç’ın bu tartışmadan muradı, bir yandan İslam tarihinde “demokrasi deneyimi yok” diyenlere somut bir örnekle cevap vermek, bir yandan da İslam tarihinin olumlu örnekleri günümüze taşıyarak çok ihtiyacımız olan “çok hukuklu” bir toplumsal uzlaşma modeli geliştirmeye çalışmaktı. Birikim de “uçları yaklaştırma” misyonu uyarınca konuya balıklama dalmıştı.
Peki bu vesika, 2013’te Öcalan tarafından HDP tabanının gündemine sokuldu. Nedendir, ne murad edildi, ayrı bir tartışma. Ama bu belge Ali Bulaç’ın ve Öcalan’ın murad ettiği bu ağır bir yükü taşıyabilir mi? Buna kararı birlikte verelim.
Şarkiyatçılar-İslam kaynaklarına karşı
Medine Vesikası’ndan ilk sözeden Hazreti Muhammed’in biyografisini ilk yazanlardan Muhammed İbn Ishak (ö. 761 veya 767). İbn İshak’ın eserinin (Siret’ül Resūlallah) orijinali elimizde yok. Onun beş veya altı farklı kaynağa dayanarak anlattıklarını İbn Hişam (ö. 834) ve Taberi (ö. 923) aktarmış. Medina Vesikası bu iki kaynaktan sadece İbn Hişam’ın Siret adlı ünlü kitabında veriliyormuş.
Ancak İbn Hişam ve ondan nakille Ebu Ubeyd’in eserinde, Medina Vesikası düz ve yekpare bir metin iken, metni 1899’da Batı dünyasına tanıtan Alman ilahiyatçı ve şarkiyatçı J. Wellhausen onu 47 maddeye ayırmış, daha sonraları Pakistanlı ünlü hadis alimi Muhammed Hamidullah, kimi maddeleri kendi içlerinde bölerek bu sayıyı 52’ye çıkarmış. (47 maddelik metin kaynakçadaki Ali Bulaç makalesinde var.) Metnin imzacılarının listesi ise bu kaynakların hiç birinde yok.
İbn İshak’ın Hadis geleneğinde esas olan rivayetin kimden çıktığı ve nasıl o güne ulaştığını izlemeyi sağlayan “isnad yöntemi”ni kullanmaması, Medine Vesikası’nın Kuran’da ve ondan sonraki 13 asır boyunca hadis ve fıkıh kaynaklarında veya Vakidi, Belazuri ve Tabari gibi önemli İslam kaynaklarında yer almaması ilginç olduğu için, yıllarca metnin otantikliği üzerine tartışmalar olmuş.
Hicret sırasında Yesrip’te kabileler
Peki metin hangi ortamda hazırlanmış? Ali Bulaç’ın sözleriyle, Hazreti Muhammed Mekke’de İslamiyet’i yayarken çeşitli engellemeler ve baskılarla karşılaşınca iki kez Habeşistan’a, nihayet 622’de (daha sonra Medine adını alacak) Yesrip’e göçetmek zorunda kalmıştı. Bu olaya ‘Hicret’ dendi.
Mekke’de Kureyş, Taif’te Arap Sakif kabilesi egemenken, Yesrip’te Evs ve Hazreç adlı Arap kabileleri ile bunların müttefiki olan Yahudi kabileleri arasındaki bitmek tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasi birliğin sağlanmasına imkan vermiyordu. ‘Buas’ adı verilen bu çekişmeler bazı kaynaklara göre tam 120 yıl sürmüştü. Muhammed’in Yesrip’e geldiği dönemde şehirde her kabile şehrin bir köşesinde kendisine bir hisar inşa etmişti. Bazı kaynaklar 59 hisardan söz ediyordu. Yani 59 parçaya bölünmüş bir şehir ahalisi söz konusuydu.
Muhammed, Yesrip’in sosyal, dinî ve demografik yapısını ortaya çıkarmakla işe başlamıştı. Bu amaçla, o gün için alışılmadık bir şekilde nüfus sayımı yaptırmıştı. Anlaşılmıştı ki, Medine’de 10 bin kişi yaşıyordu. Bunlardan 1.500’ü Müslüman, 4 bini Yahudi, 4.500’ü Müşrik (putperest) Arap’tı.
Sayımın ardından Muhammed Müslüman bloğun liderleriyle Müslüman olmayan Medinelilerin liderlerini sahabeden Enes’in evinde toplamıştı. Bu toplantıda katılımcılar Yesrip’te yeni bir “şehir-devlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaşmışlardı. İşte bu yeni devletin “anayasası” Medine Vesikası diye adlandırılan belgeydi.
Zaman içinde mi şekillendi?
Ali Bulaç açıkça bir tarih veremiyor (çünkü İbn İshak da tarih vermiyor) ama İtalyan oryantalist L. Caetani’ye göre, metnin diline bakılırsa, Medina Vesikası, Muhammed’in gücünü müşriklere ispatladığı (İslam kaynaklarına göre yaşandığı iddia edilen) Bedir Savaşı’ndan (14 Mart 624) önceki bir tarihte yazılmış olmalı.
İskoçyalı İslam yorumcusu W. Montgomery Watt’a göre ise Medine Vesikası, 622 ile 627 arasında değişik zamanlarda yazılmış metinlerin toplamı. Watt’ın bu görüşüne kanıt olarak gösterdiği hususlardan en önemli ikisi, Vesika’nın tüm maddelerinde şehre “Yesrip” denirken sadece 47. maddede “Medine” denmesi ve Vesika’nın başında Muhammed’den “Nebi” olarak bahsedilirken, ancak 42. maddede “Allah’ın Resulü” denilmesi. Yani güçler dengesine bağlı olarak terminoloji de değişmiş.
İskoçyalı İslam uzmanı R.B. Serjeant daha da ileri giderek, vesikanın üç blok (Müslümanlar, Yahudiler ve “müşrikler” ) arasındaki güç dengesinin değişimine bağlı olarak, 622 ile 627 arasında kaleme alınan sekiz ayrı metinin birleştirilmesinden oluştuğunu düşünüyor.
Ali Bulaç, anlaşmayı üç grubu bir araya getiren bir anlaşma olarak niteliyor ancak, vesikada müşriklerden (tanrıya şirk/ortak gösterenler, putperestler, inançsızlar) sadece “Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz” gibi negatif bir bağlamda söz ediliyor.
Yine vesikada, Yesrip’teki Yahudi kabilelerinin en önemlileri olan Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza’nın adı geçmiyor. Adı geçen sekiz Yahudi kabilesi görece önemsiz olanlar.
İslam kaynaklarına göre Beni Kaynuka, Mayıs 624’te Bedir Savaşı’ndan sonra (ki İbn İshak’a göre Al-i İmran Suresi bunun için inmişti); Beni Nadir Ağustos 625’te Uhud Savaşı’ndan sonra Yesrip’ten sürülmüştü.
Beni Kureyzalıların sonu ise daha hazin olmuş. Hendek Savaşı’nda Mekkelilere yardım ettikleri gerekçesiyle, 15 Nisan 627 tarihinde “Cebrail’in emir üzerine”(!) şehirde kalan Beni Kurayzalıların mahallesi sarılmış ve Muhammed “şehri terketmenizi istiyorum” demişti. Sahih-i Buhari’ye göre (bile) teslim olmalarına rağmen Kureyza erkekleri (400 ila 900 kişi) öldürülmüş, kadın ve çocukları köle edilmiş, malları müsadere olunmuştu. Kafa kesenler arasında ilerde Dördüncü Halife olacak Ali de vardı. Hatta Ali’nin kafa kesmekten kolu o kadar yorulmuştu ki, sürekli kılıç kullandığı kolunu değiştiriyordu. Muhammed ise kesim işleminin yanına çadır kurdurmuş ve kesim işlemini gözlemliyordu!
Yani o çok övülen “ilk anayasa”ya başından itibaren üç temel unsurdan birinin en büyük grupları dahil edilmemiş ve ardından gayet kanlı biçimde tasfiye edilmişti. Diğer sekiz Yahudi kabilesi ile ilişkilerin de çok iyi olmadığını yine İslam kaynaklarında görüyoruz.
Sonuçta, Ali Bulaç’a göre en olumlu ilişkilerin Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında kurulmuştu. Bulaç’a göre “Peygamber, bu iki grup arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etmişti. Buna “muâkhât=kardeşleşme” adı verildi. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna 45’i Ensar’dan, 45’i Muhacirler’den olmak üzere 90 kişi katıldı. (…) Hicret’in 5. ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı 186’a çıkmıştı. Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor, zirai ve ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi Medineliler, eğer arzu ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini boşayıp bekar Muhacirler’e nikahlayabileceklerini teklif ettiler. Ensar, Muhacirleri birer ev sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını onlara hibe ettiler…”
Ali Bulaç’ın çizdiği tablo böyle ama, “Ensar” ve “Muhacirin” 627 yılında Mekkelilerin saldırısına karşı Medine’yi savunmak için ayrı ayrı hendekler kazdığına göre, “kardeşleşme” de sorunlar vardı!
Ömer Paktı’nın sert dili
Yine de Medina Vesikası eğer sahih bir belge ise Hicret’in ardından Muhammed’in Medine’deki diğer gruplarla diyalog kurmaya gayret ettiğini düşündürüyor. 622-627 yıllarında, henüz Müslümanların Medine’de küçük bir grup oluşturduğunu hatırlayınca (bkz. yukarıdaki nüfus sayımı) bu “demokratik”(!) tavrın kaçınılmaz olduğu açık.
Bana göre Medina Vesikası, bugün “İslamiyet’in demokratik altın çağı ne zamandı?” sorusuna, malum kanlı çatışmalardan dolayı “Dört Halife Dönemi idi” bile diyemeyenlerin sığındığı son mevzii. Bu mevzii gerçekten Ali Bulaç’ın ve ondan nakille Abdullah Öcalan’ın romantik anlatımındaki gibi “mükemmel” işlemiş olsa bile, mesele Müslümanların zayıf olduğu dönemlerde değil güçlü, egemen olduğu dönemlerde diğer gruplara nasıl davranıldığında kilitleniyor. Örneğin Bazı kaynaklara göre İkinci Halife Halife Ömer bin Hattab (634-644) döneminde, bazı kaynaklara göre ise Sekizinci Emevi Halifesi II. Ömer bin Aziz döneminde (717-720) fethedilen şehirlerdeki gayrimüslimlerle yapılan “zimmet” antlaşmasındaki (ahd, emanname) şu ifadeler, “efsanevi” Medine Vesikası’nın ruhuyla hiç bağdaşmıyor:
“Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla! Bu yazı Ömer bin Hattab’a yazılmış bir mektuptur. Ordunuzla üzerimize yürüdüğünüzde, canımızı ailemizi, malımızı, mülkümüzü ve dindaşlarımızı bize bağışlamanızı istedik. Bunun karşılığında kabul ettiğimiz şartlar dahilinde yaşadığımız şehir içinde ve dış mahallelerde yeni bir manastır, kilise, hücre ya da inziva yeri kurmayacağımızı; harabeye dönen herhangi bir binamızı onarmayacağımızı ya da şehrin Müslüman mahallelerindeki binalarımızı yenilemeyeceğimizi; gece ya da gündüz, Müslümanların kiliselerimize girmesine engel olmayacağımızı; Müslüman gezginleri evlerimize buyur edip onlara üç gece yiyecek ve kalacak yer temin edeceğimizi; kiliselerimizde ve evlerimizde casuslara yataklık etmeyeceğimizi, Müslümanlara düşman olan birini saklamayacağımızı; Hıristiyan dinini özendirmeyeceğimizi ve kimseyi bu dine davet etmeyeceğimizi; İslâm dinine geçmek isteyen akrabalarımızı engellemeyeceğimizi, Müslümanlara saygı göstereceğimizi ve toplantılarımızda yerlerine oturmak istediklerinde ayağa kalkacağımızı; başlık, türban ya da terlik gibi kıyafetlerimizle ve saçımızın biçimiyle onları taklit etmeyeceğimizi; onların kullandığı ifadeleri kullanmayacağımızı ve aile adlarını almayacağımızı; eğerli ata binmeyeceğimizi, kılıç kuşanmayacağımızı, silah edinmeyeceğimizi ya da taşımayacağımızı ve yüzüklerimizin üzerine Arapça harfler kazdırmayacağımızı; şarap satmayacağımızı, başımızın ön kısmını tıraş edeceğimizi; nerede olursak olalım kendimize has giysiler giyeceğimizi; belimize kuşak bağlamayacağımızı; kiliselerimiz üzerine haç koymayacağımızı; Müslüman mahallelerinde ve pazar yerlerinde haçlarımızı ve kutsal kitaplarımızı göstermeyeceğimizi; kilise çanlarını hafifçe çalacağımızı; yanımızda bir Müslüman varken ibadetimizi yüksek sesle yapmayacağımızı; sokaklardaki geçit törenleri sırasında hurma dalları ve heykellerimizi taşımayacağımızı, ölülerimizi gömerken, Müslüman mahallelerinde ve pazar yerlerinde yüksek sesle ilahilerimizi söylemeyeceğimizi ve yanan mumlar taşımayacağımızı; hiçbir Müslüman’a vurmayacağımızı söyledik ve bu konuda söz verdik. Kendimiz ve dindaşlarımız adına bu konularda dikkatli olmaya söz veriyor ve sizden bizi himaye etmenizi bekliyoruz ve bu anlaşmanın herhangi bir maddesini ihlal ettiğimiz takdirde ceza olarak himayenizi kaybedeceğimizi ve bize düşman ve asi muamelesi yapmakta serbest olacağınızı biliyoruz…”
Zımmilik
Belazuri, Tabari, İbn Asakir, Makrizi ve başka pek çok İslam kaynağının değişik versiyonlarını verdiği, Batılı tarihçilerin ‘Ömer Paktı’ dediği ve tarih içinde çeşitli versiyonlarının yürürlükte olduğu bu belgenin (elimizdeki en eski örnek 9. Yüzyıldan) hitap ettiği kesim, İslam terminolojisindeki adıyla ‘zımmiler’. İslâm’a göre, ‘Kitap Ehli’ olanlar, yani Hıristiyanlar, Museviler, Mecusiler (Zerdüştler, Ateşetapanlar) ve Sabiiler (yıldıza tapan Harranlılar) ‘Dar’ül İslâm’da yaşamayı ve İslâm devletine sadakat göstermeyi kabul ederlerse kendilerine ‘Allah ve Resulü’nün Zımmesi’ verilir ve din değiştirmek zorunda bırakılmazlardı.
‘Zımmi’ demek ‘aman gösterilmiş’, ‘himaye edilmiş’, ‘korunmuş’ anlamına geliyordu. İslâm’ın Zımmilik statüsünü oluşturmasının manevi gerekçesini bu kişilerin bir gün Müslümanlığa geçmeleri ihtimali, ekonomik gerekçesini ise Zımmilerin himaye karşılığında ödemek zorunda kaldıkları ‘cizye’ adlı ek vergi oluşturuyordu. Ama iş bununla bitmiyor, yukarıdaki metindeki katı kurallara uymak gerekiyordu.
Biat, “ulü’l-emre itaat”
Müslümanların kendilerinden olanlardan (Müslümanlardan) ne talep ettiğine gelince: Arapçada’ ‘itaat’, ‘biat’ ve ‘din’ sözcükleri aşağı yukarı aynı anlama gelir: “Kendini gönüllü olarak bir güce tabi kılmak, gönüllü olarak boyun eğmek, birinin emrine amade olmak, onun hâkimiyet ve otoritesi altında boyun eğmeği kabul etmek.”
Kuran’da içinde ‘itaat’ ve ‘biat’ kelimesi geçen pek çok ayet var. (Örneğin Nisa 13, 42, 56, 64, 69, 80, 115, Fetih 10, Al-i İmran 132, Maide 33, 92, Enfal 46, Şuara 108, 126, 144, 150, 179, Ahzab 66 ve başkaları)
Özetle İslam düşüncesi, tanım icabı yönetilenlere “demokrasi”nin mütemmim cüzü olan direnmeyi öğütlemez. Aksine, İslami ekollerin hemen hepsi hukuksal ve siyasal sistemlerini, Allah’a, genel olarak peygamberlere, özel olarak son peygamber Muhammed’e ve ‘ulu’l emr’e itaat etmeyi emreden ayetler üzerine kurarlar.
Sözlük anlamı ‘emir sahipleri’ olan ‘ulü’l-emr’e kimlerin dahil olacağı Kur’ân’da açıklanmaz. Ancak hadislerde halife, imam, emir, reis, sultan vb. kelimelerle nitelenen kişilere itaat edilmesi emredildiği için bu konuda tartışmalar bitmez. Tarihsel pratik ise şöyledir: İslam’da devlet ve din ayrılığı olmadığı için hukuksal çerçeve şeriatın emirleriyle çizilir. Hazreti Muhammed hem tanrısal hem de politik gücünün temsilcisidir. Peygamberin şahsında somutlaşan dini ve politik liderlik, Dört Halife Dönemi’nde, Emeviler ve Abbasiler döneminde de sürmüş, hanlar ve sultanlar politik egemenliklerinin meşruiyetini, halifenin onayıyla sağlamışlardır.
Gazali etkisi
Halkına zulmeden yöneticilere itaat mi edilmeli yoksa direnmeli mi tartışmasına gelince; İsa’nın, zulmedenlere aynı biçimde karşılık verilmemesi gerektiğine ilişkin öğütlerinde olduğu gibi, zulüm ve haksızlığa sabırla yaklaşanların ebedi saadeti hak ettiği yolundaki pasifist seslenişine benzer ifadelere Kuran’da da rastlanır.
Ebu Bekir’in halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada “Allah’a ve peygamberine itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’ın ve peygamberinin kanunlarını ihmal ettiğim takdirde itaatinize hakkım yok” diyerek kendisine gösterilecek itaatin sınırlarını çizmesi ileriki tarihlerde patlak veren bir dizi kanlı isyan üzerine duruma Gazali (ö. 1111) el koymuş ve ‘diktatör bile olsalar yönetenlere itaat etmenin savaş ve anarşiye yol açacak bir direnişten daha iyi olduğu’ fikrini tüm İslam dünyasında egemen kılmıştır.
Doktrinin böyle katılaşmasının tarihsel, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel nedenleri var elbette. Gerekçe ne olursa olsun bugün İslam dünyasında demokrasi kültürünün kökleşmediğini sanırım herkes kabul eder.
Bugün gelişmiş demokrasi tanımına göre demokrasinin üç önemli kriteri var: Birincisi vatandaşların alternatif politikalar, politikacılar, kurumlar hakkındaki görüşlerini, tercihlerini özgürce dile getirecekleri kurumların ve süreçlerin varlığı. İkincisi yürütmenin eylemlerini denetleyebilecek kurumların ve süreçlerin varlığı. Üçüncüsü ise tüm vatandaşların günlük hayatlarında ve politik katılım süreçlerindeki bütün özgürlüklerinin garanti edilmesi. Bu karmaşık ihtiyaçları, Medine Vesikası benzeri arkaik sözleşmelerle karşılamak mümkün değil.
Not: Bu yazıyı yazışımın üstünden 10 yıl geçti. O tarihten sonra HDP başta saydığım gibi daha da geliştirdi İslami söylemini. Bu yüzden Diyanet’in Kobane Davası’na müdahilliği bana gayet ironik geldi…
Özet Kaynakça: Ali Bulaç, “Medine Vesikası Hakkında Genel Bilgiler”, Birikim Sayı 38-39 – Haziran/Temmuz 1992, s. 102-111; Muhammad Nazeer Kaka Khel, “Foundatiton of the Islamic State at Medina and Its Constitution”, Islamic Studies, Vol. 21, No. 3 (AUTUMN 1982), s. 61-88; L. Caetani, Annali dell’Islam, U. Huepli, Milano, Cilt 1, s. 391-395; R. B. Serjeant “The ‘Sunnah Jamiah,’ Pacts with the Yathrib Jews, and the ‘Tahrim’ of Yathrip: Analysis and Translation of the Documents Comprised in the So-Called ‘Constitution of Medina”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, University of London, Vol. 41, No. 1 (1978), s. 1-42; Maxime Rodinson, Muhammed: Yeni Bir Dünyanın, Dinin ve Silahlı Bir Peygamberin Doğuşu, Çeviren: Atilla Tokatlı, Özne Yayınları, 1996; Uri Rubin “The ‘Constitution of Medina’ Some Note”, Studia Islamica, No. 62 (1985), s. 5-23; Frederick M. Denny, “Ummah in the Constitution of Medina”, Journal of Near Eastern Studies, Vol. 36, No. 1 (Jan., 1977), s. 39-47; A. S. Tritton, The Caliphs and Their Non-Muslim Subjects: A Critical Study of Covenant Umar, London, Oxford University Pres, 1930; Sir Thomas Walker Arnold, Preaching of Islam, Westminster 1896.
Ayşe Hür…
