Kayahan Uygur yazdı…
Bu yazıda eko sosyalizm, komünalizm, özyönetimsel devrimcilik gibi son yıllarda Batı’daki fonlanmış aydınlar arasında moda olup orada ana akım medyada ve devlet destekli STK’larda çok konuşulan yapay akımlardan söz edeceğim. Bunun asıl nedeni Suriye’nin kuzeyinde de bu tür deneyler yapıldığı iddiası. Ama önce kendilerini bildiğimiz sosyalizme, Marksizm kökenli sola karşı bir alternatif olarak gösteren bu akımların durdukları yeri belirlemekte yarar var.
Konunun sınırlarını çizeyim: Kapitalizme karşı çıkan, onu eleştiren herkes sosyalist midir? Kapitalizm yerine sosyalizm gibi bir seçenek mi istiyorlar? Tabii ki hayır. Yakın tarihte Adolf Hitler’den Ebubekir El Bağdadi’ye, General Peron’dan Rus terörist Sergey Neçayev’e kadar birçokları kapitalizme karşıydı. Fakat hiçbiri sosyalist değildi.
Hitler, Germen ırkının üstünlüğünün kabul edildiği bir dünya düzeni kuracaktı. El Bağdadi cihat yoluyla tüm yerküreye şeriatı getirecekti. Peron, bürokratik oligarşinin aydınlanmış despotik rejimini savunuyordu, Neçayev ise devrimciydi ama sosyalist değildi, devlet yıkıldıktan sonra gerisi gelir diye düşünüyor ve alternatifin nasıl olacağıyla hiç ilgilenmiyordu bile. Hepsi kapitalizm karşıtıydı güya ama sosyalist değillerdi.
Son yıllarda giderek magazinleşen Türkiye’de ve dünyada kimi tarihsel ya da aktüel olaylara, kurumlara ya da kişilere isteyen istediği sıfatı yakıştırıyor. Kim sosyalist kim değil? Kim ilerici, kim gerici belli değil. Bırakın bu tür ayrımlara dikkat etmeyi en temel mantık kuralları bile hiçe sayılıyor.
Filanca dini ya da siyasi lider “devrimci” imiş. Neden? Çünkü yaptığı eylemlerle büyük bir değişim yaratmış. Peki, sosyal yapı, mülkiyet sistemi, egemen ve ezilen sınıflar ilişkisi değişmiş mi? Hayır! Peki, nasıl bir devrim olmuş? Birbirleriyle çatışıp duran aşiret ve kabileler tek bayrak altında toplanmış, ya da bir yönetim biçiminden başka birine geçilmiş. Hatta bazı deneyimlerde aşiretçilik daha da güçlenmiş. Asayiş eksikliğinden yararlanıp mafyalaşmış. Buna bile devrim deniliyor ama bu değişimin sosyal yapıda değişikliğe yol açmadığı özenle dikkatlerden saklanıyor. Bu durumda da mafya çetesinden terör örgütüne her aklına gelenin kendisini devrimci ilan etmesi olağan.
Daha önce burada birkaç kez anımsattığım gibi kapitalizmin herkesin rahatlıkla ayrımına varabileceği en önemli özelliği üretim araçları üzerinde bir şekilde kontrolleri olmayan insanların yaşamak için çalışmak zorunda olmalarıdır. Bu sistemde insanlar akıl, beceri ve enerjilerini üretim araçlarına sahip olanların emrine belli bir süre için vermeyi kabul etmezlerse aç kalırlar ve ölürler.
Meta üretimine dayanan kapitalizmde metaların değerini de onun için gerekli olan sosyal emek belirler. Üretim, insanların gereksinimleri için değil değişim için yapılır. Bu anlamda çalışan sınıfların varlığı kapitalizmin temelidir. Ücretli kölelik de denilen bu sistemde sermayenin yani üretim araçlarının bireysel mülkiyette ya da kısmen veya tamamen devlet mülkiyetinde olması da önemli değildir, bu sadece özel sektör ve devlet kapitalizmi arasındaki farkı oluşturur. ABD, Avrupa, Çin, Türkiye fark etmez, sosyal emeğe dayalı meta üretimi kapitalizmdir. Sonuç olarak böyle bir sistem sınıflar olmadan düşünülemez ve çalışan sınıfların mücadelesi olmadan bu sistem ortadan kalkmaz. Bu nedenle bugün kendilerine “sosyalist” diyen bazı milliyetçilerin “biz sosyalistiz ama sınıf mücadelesi olmadan” demesi anlamsızdır.
Kapitalizmin sınıf gerçeği gün gibi ortadadır. Bu gerçeği kitaplarda bulmaya da gerek yok, kapitalist bir toplumda günlük ekmeği peşinde koşan herkes bunu anlayabilir. Öte yandan asalak pozisyonlarda anti sosyal bir yaşam sürdürenlerin bu gerçeklerden habersiz olmaları yahut bunları gizlemek için çaba göstermeleri de anlaşılır olgulardır. Sınıf mücadelesi olmayan bir sosyalizm anlayışının ne kadar tutarlı ve samimi olduğunu buradan da anlayabiliriz.
Kapitalizmin en iyi ve en temel analizini dünyada tüm önemli düşünürlerin ve bilim insanlarının kabul ettiği gibi Karl Marx yapmıştır. Tabii bu onun savlarının ve metodunun bir dogma olduğu anlamına gelmez. Diğer sosyalist düşünürleri yok saymak da doğru değildir. Ancak tarih boyunca ve daha ilk günden beri Marx düşüncesinin kapitalizmin temelleriyle, sosyal emekle, ücretli kölelikle ve her şeyden önce sınıf mücadelesiyle ilgili bölümlerini reddeden tüm görüş ve akımların kurulu düzen tarafından derhal korumaya alındığı ve türlü yollarla desteklendiği de bir gerçektir. Bu gerçeği görmek için de Marksist, sosyalist hatta solcu olmaya bile gerek yok, hakkı teslim etmek yeterli.
EKO SOSYALİZM GARABETİ
Sırf sınıf mücadelesi konusu gündemden düşsün ve özellikle aydınlar başka konularla uğraşsınlar diye 19’uncu yüzyıldan bu yana binlerce teori ortaya atılmıştır. Bunlardan biri de adına eko sosyalizm denilen garabettir. Ekolojizm (çevrecilik) ile sosyalizmi birleştirdiği iddia edilen bu akım bir düzenbazlıktır çünkü bu iki fikir birbirleriyle birleşemeyecek kadar ayrı alanlardadır.

Her şeyden önce sosyalist düşüncenin öznesi insan, nesnesi ise insanın özgürleşmesidir. Marx olsun, diğer sosyalist düşünürler olsun fikir ve eylemlerinin merkezine özgürleşmeyi koymuşlardır. İnsanın özgürleşmesi, doğa ile mücadelesinde (üretim), bu mücadele içinde insanlar arasındaki ilişkilerde (üretim ilişkileri) ve bu süreçteki çelişkilerin yeni antitez ve sentezler oluşturmasıyla sağlanır (diyalektik). Marksizm insanlık tarihini zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına doğru ilerleme şeklinde özetlerken bunu anlatır.
Ekolojizm ise zaten daha başından doğa karşısındaki insanı bir özne olarak görmeyi reddeder. İnsanı özne, doğayı nesne olarak gören anlayış ekolojistlere göre olumsuz ve yanlıştır, bir anlamda kapitalizmin özüdür. Ekolojizm, Marksistlerin üretici güçlerin gelişmesi olarak adlandırdıkları ekonomik büyümeyi sağlayacak bilimsel ve teknik gelişmeleri insan ve doğa için bir tehdit olarak ele alır. Ekolojistler, Marx ve Engels’in kapitalizme yaptıkları eleştirileri taklit ederek fikirlerini ambalajlasalar da çıkış noktaları ve amaçları tamamen farklıdır, hatta terstir. Ekolojizm Marksizm’e faşizm kadar uzaktır aslında.
Marksizmin kapitalizme yaptığı eleştiri onun insanları yabancılaştırdığı, köleleştirdiği ve özgürleşmenin önünde bir engel oluşturduğudur. Marksizm üretici güçlerin gelişmesine karşı çıkmaz, aksine bu gelişmenin çelişkileri derinleştireceği, sınıf mücadelesini güçlendireceğini ve kapitalizmin çöküşünü hızlandıracağını müjdeler.

Ekoloji ise kapitalizmin doğası gereği çevreye zararlı olduğunu vurgular. Onun ilgilendiği konu budur. Toplum-doğa metabolizmasının bozulmasına işaret eder. Ekolojinin birçok fraksiyonları buna ek olarak kapitalizmi sosyal açıdan da “adaletsiz” bulur, özellikle de halk sınıflarını daha fazla etkilediğini söyler. Ancak buradaki “adalet” ve “halk sınıfları” kavramları düşünsel ve materyalist diyalektikten uzak ahlakçı, metafizik ve popülist siyasetçi propagandasından ibarettir.
Eko sosyalistler “Ekoloji, adil olabilmek için sosyalist olmalı ve sosyalizm, sürdürülebilir olabilmek için ekolojik olmalı, işçileri ve çevrecileri birleştirmelidir” şeklinde slogancı basitlikler peşindedir. Kendisini sosyalizme benzetebilmek için planlamacılık yapar. Bunu da ekolojistlerin klasik ezberlerine dayandırır. Ekonomiyi yenilenebilir enerji kaynaklarına, geri dönüşüme ve piyasanın yarattığı ihtiyaçlar yerine “gerçek”(!) ihtiyaçların karşılanmasına yönlendirmek için rasyonel ve demokratik bir planlamanın gerekli olduğunu söyler. Tüketimi de kısar. Bolluk fikrine temelden karşıdır.
OLİGARŞİNİN BİR BÖLÜMÜ YEŞİL KAPİTALİST
Aslında Batı’da ve dünyada eko sosyalistleri savunmak kurulu düzenin egemenleri için bir taşla iki kuş vurmaktır. Çünkü eko sosyalizm hem sınıf mücadelesini unutturmaya yaramakta hem de Batı’nın süper oligarşisinin nüfus azaltma, kitlesel tüketimi kısma, küresel ısınma ve çevre koruma bahanesiyle eko faşizme geçme planlarına payanda olmaktadır.

Bilindiği gibi dünyada süper oligarşinin bir bölümü (Trump karşıtı olan kesim) 1990’lardan beri az nüfuslu bir dünyada kontrollü ve yavaş büyüyen bir ekonomiyle kapitalizmin krizlerine çare aramaktadırlar. Bunu ABD iş dünyasında Ted Turner’den Bill Gates’e kadar değişik iş insanlarının söylemlerinde ve Davos Forumu raporlarında gördük. Eko sosyalizmin de sonuç olarak desteklediği bir proje idi bu.
Marx ve Engels’in eserlerinden din kitabından cümle ve sözcük yorumlar gibi paragraflar cımbızlayarak Marx’tan bir yeşilci çıkarma uzmanı John Bellamy Foster ve onun takipçileri Kohei Saito et Paul Burkett tarafından başlatılan eko sosyalizm haliyle kurulu düzen tarafından büyük ilgi gördü, birçok aydını ve akademi çevrelerini peşinden sürükledi.

Soğuk Savaş döneminde 60’larda Hippilikle beraber ortaya çıkarılan “Yeni Sol” içinde birçok isimle beraber diriltilen anarşizmin akıl hocalarından Murray Bookchin de eko sosyalizme yanaştı.
Bookchin, 1990’ların sonunda, çağdaş anarşist hareketin giderek “yaşam tarzı” haline gelen apolitik çizgisinden hayal kırıklığına uğradı. Bunun üzerine kendini anarşist olarak tanımlamayı bıraktı ve birden yeniden Marksist oldu. Devrimci sendikacılığı ve anarşist düşünceleri sentezlemek, uzlaştırmak ve modernize etmek amacıyla “komünalizm” adını verdiği sentetik ve ısmarlama ideolojiyi kurdu.
Her sol ya da solumsu görüşten biraz alıp üzerine doğrudan demokrasi sosu dökülerek reklamı yapılan “komünalizm” uygulamasının topluma sosyal değişim, sınıfsal ilişkilerde bir değişim getirmesi söz konusu değildir. Burada sadece komünist olmama, Batı’dan devlet desteği alınırken daha modern görünme çabası egemendir ama artık Trump döneminde bu ABD dahil hiç kimsenin umurunda değildir. Zaten komünalizm de sosyal bir devrim projesi değil bir yönetim biçimidir. Bookchin yönetim biçimleriyle toplumsal sistemleri birbirine karıştıracak kadar bilgisiz ancak bestseller reklamını iyi bilen bir kişiliktir.
MASAL ANLATILIYOR
Örneğin Suriye’nin Kuzeyinde SDG’nin etkin olduğu yerlerde 10 yıldır uygulandığı söylenen “komünalizm” sınıfsal ilişkilerde en ufak bir değişim yaratmadığı gibi tam bir Orta çağ kalıntısı olan aşiretçilik ve kabilecilik eğilimlerini daha da arttırmış ve bunu yeni ortaya çıkan ve örgüt aristokrasisinin egemen olduğu bir feodalizmle desteklemiştir. Tek parti rejimlerinin resmen ya da fiilen bulunduğu her yerde Stalin’in Rusya’sından Çin Komünist Partisi’ne kadar bir aristokrasi oluşur (nomanklatura) ve feodalizme benzer bir rejim olur. Başka çıkışı olmaz bunun.
Komünalizm aslında 90’lı yıllarda Meksika’nın Chiapas eyaletindeki Zapatist hareket tarafından da uygulanmış ve 2000’lerin başlarına kadar dünyadaki tüm sol-yeşil-aydın-STK-fonlanmış sosyal sektör mensuplarının dikkatini çekmiş, hayranlığını toplamıştı. İlk başlarda önemli bir “devrimci özyönetim deneyimi” sanılan Chiapas romantik iddiasına rağmen giderek yozlaştı. Bugün bölge sosyal bakımdan eskisine göre daha da gerilemiş durumda. Özyönetimsel devrimci komünalist eko sosyalist Chiapas bölgesi bugün Meksika narko mafyasının cirit attığı ve klanların birbirleriyle çatıştığı bir yer. İşin tuhafı fonlanmış STK çetelerinden hiç kimse çıkıp da “biz bu bölge için ne devrim masalları anlatmıştık, bakın ne hale geldi” demiyor.

Son olarak eko sosyalizmin vardığı son aşamaya değineyim. Çünkü Türkiye’de durumun vahametinin farkında olunmadığı kanısındayım. Bruno Latour gibi ekolojist düşünürler doğaya sahip çıkmakta işi o kadar ileri götürdüler ve etkili oldular ki verdikleri mücadelenin bir öznesi olarak insanı ya da insanlığı değil sadece doğayı görmekteler.
Onlara göre insan zaten doğanın parçası. Eko sosyalizmin ön gördüğü “bilinç sahibi insan ve kendi programı içindeki doğa” şeklinde bir diyalektik ilişki kavramı bile yeni eko teröristler tarafından insanın sapkınlığının ve doğa düşmanlığının bir ifadesi olarak görülüyor. Her şey doğa için olmalı ve doğadışı yani yapay olan her nesne isterse insanlar tarafından yüksek değerde bir sanat eseri sayılsın düşman görülmeli. Çoğu varlıklı ailelerin çocukları olan Batılı gençler müzelere, tablolara, dikilitaşlara, uygarlık sembolü olan her şeye bu nedenle saldırıyorlar. Onlara göre yeniden dirilen, ayağa kalkan doğanın ve onunla birlikte yaşayan ve onun parçası olabilmiş insanların hedefi bu uygarlık simgeleri olmalı. Greta Thunberg’in de yakın olduğu “Toprağın Ayaklanması” örgütü ve eko teröristler bunu savunuyorlar.
Fransa’da doğal araziyi “uygarlıktan” koruma projesindeki (ZAD) gençlerin şu sloganı tüm dünyayı dolaşmış: “Biz doğayı savunmuyoruz, biz doğanın kendisini savunmasıyız.” Kendilerini gerçekten başkalarından çok farklı sanan bu gençler “Sloganımız harika, çünkü doğayı, biz insanların ait olduğu, bizi aşan bir bütün olarak görüyor” diyorlar heyecanla.
Böylece insanlığı teorik olarak yok eden ekolojistler bunun pratiğinin de hazırlayıcısı olmaktalar. İnsanlık karşıtı, açıkça hepimizi düşman gören bir eylem bu. Sonuçta Davos Raporlarında açıklandığı gibi sırf dünyayı korumak için nüfusu %80 azaltmaya hazırlar. İnsanlığın uzaya açılabileceği, başka gezegenlerden yararlanabileceği gibi projeler ise tekniğe olan nefretleri dolayısıyla akıllarına gelmiyor. Konuyu yakından analiz ettiğimiz zaman bu yaklaşımın aslında doğayı değil de kapitalizmi korumak isteyen oligarşinin bir kesiminin görüşlerinden farksız olduğu anlaşılıyor.
Günümüzde reşit olmayan çocukların cinsiyet seçebilmeleri için ergenlik sürecini tıbbi müdahale ile durdurmaktan, uyuşturucu maddeleri serbest bırakmaya, kadın erkek tuvaletlerini birleştirmekten, sömürgeci geçmişi sembolize ettiği gerekçesiyle başta resim ve heykeller sanat eserlerini imhaya kadar Batı’da akla gelmedik bir yığın “woke” saçmalığı yaşanıyor. Aslında hepsinin tek bir amacı var kapitalizmi ayakta tutmak ve ona alternatif doğurabilecek bir sınıf mücadelesini her yolla engellemek. Kimliksel, dinsel, cinsel, etnik çelişkileri, eko sosyalizm ve komünalizm saçmalıklarını ön plana çıkarmak.
Umarım bu boş gevezelikler arkalarındaki destekçi oligarşik kesimin yok olmasıyla sona erecektir. Bir zamanlar ne Althussserler ne yapısalcılıklar, yapı sökücülükler ne Foucaultlar ne üçüncü dünyacılıklar vardı, hepsi unutuldu gitti. Mayıs ayında sığır gübresine düşmüş tohumlardan oluşan başaklar haziran ayını zor çıkarır. Birkaç yıl sonra başka icatlar çıkar.
