** “Bedenleriyle Direnen Kadınlar” **
İran, üç gün önce yine bir kadının sistemin kadınlara yönelik baskılarına karşı radikal bir eylemle gündem oldu.
İranlı bir genç kadın, başörtüsünü yanlış taktığı için güvenlik görevlileri tarafından fiziksel tacize uğrayınca üniversite kampüsünde uygulanan katı kıyafet yönetmeliğini protesto etmek için yarı çıplak soyunduktan sonra gözaltına alındı.
İran’da kadınların bedenlerini kullanarak gerçekleştirdikleri protestolar, antidemokratik ve dinci rejime karşı direnişin sembolü haline geldi.
Bu eylemler, sadece bireysel özgürlük taleplerini değil, aynı zamanda toplumsal dönüşüm ve demokrasi arayışını da yansıtmaktadır.
Türkiye ve İran’ın içinde bulunduğu coğrafya, despotizmin farklı yüzleriyle örülmüş bir tarih serüvenine tanık. Kadınların bedenleri üzerinden topluma biçilen roller, bireysel özgürlüğün çerçeveleri, inançların toplum mühendisliği için kullanılması…
Tüm bunlar, bu iki komşu ülkenin halklarının kaderini birbirine benzer kılan unsurlar arasında. Ancak, İran’da bir kadın kamusal alanda soyunarak protesto ettiğinde, bu yalnızca bireysel bir meydan okuma değil; köklü bir başkaldırıdır.
Tüm rejime, onun ideolojisine ve dayattığı yaşam biçimine karşı bir isyandır. Türkiye’de ise benzer bir isyan, farklı biçimlerde kendini gösteriyor.
Türkiye, görünüşte daha özgür bir toplum imajı çizse de, bireyin yaşam alanına müdahale etmeye, dini ve ahlaki değerleri toplumsal yaşamın her köşesine yerleştirmeye yönelik politikalar her geçen gün artıyor.
Kadınlar kamusal alanda kendi bedenleri üzerindeki haklarını savunurken, bir yandan da toplumun baskısı, devletin gözlemi altında yaşıyor.
Türkiye’deki kadınlar, kıyafet tercihlerinden yaşam tarzlarına kadar toplumun dayatmalarına karşı sessiz bir direniş içinde. Bu direnişin sembolleri bazen bir başörtüsü, bazen mini etek, bazen de bir çift kırmızı ruj olarak karşımıza çıkıyor.
Her biri, kadınların kimliklerini koruma ve kendi hayatları üzerinde söz sahibi olma taleplerinin simgeleri.
İran ve Türkiye’deki rejimlerin, sınıfsal ve ideolojik baskıyı sürdüren benzer mekanizmalar kurduğunu görebiliriz. Egemen ideolojiler, kadın bedeni ve yaşam tarzı üzerinden kurulan kontrol mekanizmalarıyla, toplumu kontrol altında tutmayı hedefliyor.
İran’da kadınların rejime karşı çıplak bedeniyle meydan okuması ne kadar radikal bir tavırsa, Türkiye’de de kadınların kamusal alanda kendilerini özgürce ifade etmeleri bir o kadar radikal karşılanmaktadır.
Her iki ülkede de devlet, kadınlar üzerinden ideolojik tahakkümünü dayatmakta ve onları kendi kimliklerinden uzaklaştırarak ‘itaatkâr bireyler’ yaratmaya çalışmaktadır.
İran ve Türkiye’deki kadınlar, varoluşsal bir başkaldırı içerisindedir. Sartre’ın “özgürlüğe mahkûmiyet” kavramı burada yankı bulur; kadınlar, kendilerine dayatılan ahlaki kodlardan sıyrılarak kendi kimliklerini yaratma çabasındadır.
Sosyolojik olarak ise, bu eylemler, bireylerin toplumsal yapıları dönüştürme kapasitesini gösterir. Kadınlar, İran’da soyunarak, Türkiye’de ise kıyafet ve yaşam tarzı seçimleriyle, baskıcı yapıların dayattığı kuralları ve normları sorgulamaktadır.
İki toplumda da kadınların bu tavrı, topluma dayatılan cinsiyetçi ve ahlakçı normlara karşı doğrudan bir meydan okumadır.
Türkiye ve İran’da kadınların verdiği bu mücadele, içsel özgürlüğe ve bireysel kimlik arayışına yöneliktir.
Bu eylemler, kendini gerçekleştirme çabasının bir yansımasıdır. Kadınlar, bedenleri üzerindeki hakları geri kazanarak, kendi özsaygılarını inşa etmektedir.
Ancak, bu yalnızca bireysel bir eylem değil; aynı zamanda kolektif bir bilinç ve dayanışma oluşturan bir harekettir. Türkiye’de bir kadının mini etek giymesi veya bir kadın öğrenci kulübünde özgürce fikirlerini ifade edebilmesi, toplumun ahlaki ve dini kalıplarına meydan okumak anlamına geliyor.
İran’daki kadınların soyunarak protesto etmesi gibi, Türkiye’de de kadınlar kendi varlıklarını kabul ettirme mücadelesi içindeler.
İran ve Türkiye’nin kadınları, görünüşte farklı yöntemlerle, ama temelde aynı amaca hizmet eden bir direnişin öncüleridir.
Her iki ülkede de kadınlar, antidemokratik ve dinci baskılara karşı direnerek kendi kimliklerini ve özgürlüklerini inşa etmeye çalışıyorlar. Türkiye’de her geçen gün artan muhafazakâr baskılara, kadının toplumdaki yerine dair gerici bakış açılarına rağmen, kadınların sessiz direnişi devam ediyor.
Tıpkı İran’da bir kadının rejime meydan okurcasına soyunması gibi, Türkiye’de de kadınlar kendi bedenleri, kimlikleri ve hakları üzerinden bir özgürlük mücadelesi yürütüyorlar.
Bu coğrafyanın kadınları için, özgürlük arayışı bireysel bir tercih değil, toplumsal bir görev haline gelmiştir. Bütün kurumlarıyla kadın bedeni ve kimliğini denetim altında tutmaya çalışan bu baskıcı rejimler karşısında, kadınların varoluş mücadelesi, toplumsal değişimin en güçlü teminatıdır.
Türkiye ve İran’da kadınların direnişi, yalnızca kendileri için değil; bir özgürlük zinciri kırılmadan devrimlerin mümkün olamayacağını tüm dünyaya gösteren birer kıvılcımdır.